8.12.08

Arkadaşlık / Maurice Blanchot / Sayı 3

Bu arkadaştan konuşmayı nasıl kabul etmeli? Ne övgü için ne de herhangi bir doğrunun yararını gözeterek. Karakterinin çizgileri, varoluşunun biçimleri, yaşamının bölümleri, kendini sorumsuzluğa dek sorumlu hissettiği arayışla uyumlu olsalar bile, kimseye ait değildir. Tanık yok. En yakınlar, ancak kendilerine yakın olanı söylemekteler, ama yakınlıkta ortaya çıkan uzağı değil, ve uzak da mevcudiyet biter bitmez biter. Boşuna, sözlerimizle, yazılarımızla, yok olanı tutmayı iddia ediyoruz; boşuna, sunuyoruz ona anılarımızın çekimini ve hâlâ bir çeşit görüntüyü, gün ışığında kalmanın mutluluğunu, hakiki bir görünüşün uzatılmış hayatını. Bir boşluğu doldurmayı arıyoruz yalnızca, acıya dayanamıyoruz, ki bu boşluğun evetlemesidir. Kim kabul eder onun anlamsızlığına yer vermeyi (öylesine ölçüsüz bir anlamsızlık ki onu kapsayabilecek belleğe sahip değiliz ve bizim de şimdiden unutuşa kaymamız gerekir onu, bu kayış süresince, temsil ettiği gize taşımak için)? Söylediğimiz her şey, sadece biricik evetlemeyi örtmeye yöneliyor: her şey silinecektir ve biz ancak bu silinen, içimizde her çeşit anıyı red eden bir şeyin şimdiden ait olduğu devinimi bekleyerek sadık kalabiliriz

*
Biliyorum, kitaplar var. Kitaplar duruyorlar, geçici olarak, okunmaları, içine çekildikleri bu kayboluşun zorunluluğuna bizi açacak olsa da. Kitapların kendisi bizi bir varoluşa gönderiyor. Bu varoluş, artık bir mevcudiyet olmadığından, tarihte yayılmaya başlıyor, ve tarihlerin en beterinde, edebiyat tarihinde. Araştırıcı, titiz, belgeler peşindeki bu tarih, ölmüş bir iradeyi ele geçiriyor ve miras durumuna düşmüş olan üstündeki yakalayışını bilgiye dönüştürüyor. Bütün yapıtların an’ı bu. “Herşey” yayımlanmak isteniyor, “herşey” söylenmek isteniyor; sanki artık bir tek ivedilik varmış gibi: herşeyin söylenmiş olması; sanki “herşey söylendi” ölü bir sözü sonunda durdurmamızı sağlayacakmış gibi: o sözden gelen acınası sessizliği durdurmamızı ve ikircikli ölüm sonrası bekleyişinin hâlâ bizim diriler sözümüze hayali olarak karıştırdığı şeyi iyi çevrilmiş bir ufukta sıkı sıkıya tutmamızı. Bize yakın olan ve, onunla birlikte, kendini ortaya koyduğu düşünce varolduğu sürece, onun düşüncesi bize açılır, ama bu ilişkide korunmuş olarak, ve onu koruyan, yalnızca hayatın devingenliği değil (bu az olurdu), ona sonun garipliğinin kattığı kestirilmezliktir. Ve bu kestirilmez ve sonsuz “olmak üzere”liğinde hep saklı devinim – belki ölmeninki – terimin önceden verilemez olmasından kaynaklanmaz, ama onun hiçbir zaman meydana gelen bir olay olmamasından – olduğunda bile –, hiçbir zaman kavranabilir bir gerçeklik oluşturmamasından kaynaklanır. O konuştuğunda, bu kestirilemez konuşmaktadır, budur o yaşarken düşüncesini saklayan ve koruyan, düşüncesini ayıran ve her çeşit el koymadan – içinki kadar dışınkinden – kurtaran.


Biliyorum bir de, kitaplarında, Georges Bataille’ın kendinden zorlamasız bir özgürlükle konuşuyor gibi göründüğünü, ki bu bizi her çeşit ağız sıkılığından sıyırmalı – ama bize kendimizi onun yerine koyma hakkını, ne de onun yokluğunda söz alma gücünü vermez. Ve kendinden konuştuğu kesin mi? Arayışının, kendini ifade ettiği anda hâlâ mevcudiyetini gösteriyor göründüğü bu “Ben”, bizi kime yöneltir? Elbette, onu yaşamın mutlu ve mutsuz özelliğinde tanımış olanların, bir anının ışığında, anımsatmak isteyecekleri ego’dan oldukça değişik bir ben’e. Böyle bir devinimde söz konusu olan bu kimsesiz mevcudiyetin, ondan konuşmaya – ama kendisinin diye talep etmeksizin, ne de onu kendi biyografisinin bir olayı yapmaksızın (olsa olsa bu biyografinin kaybolacağı bir eksiklik) – karar verebilmiş olanın varoluşunda gizemli bir ilişki soktuğunu düşünmeye itiyor herşey. Ve şu soruyu sorduğumuzda: “Bu deneyimin öznesi kimdi?”, bu soru belki de şimdiden yanıt oluşturuyor, eğer o, onu sormuş olanda, bu soruşturucu biçimde ortaya çıktıysa, kapalı ve tek “Ben”in yerine, yanıtsız bir “Kim?”in açılımını koyarak; bu da, kendine sadece “Bu olduğum ben kimdir?” diye sorması gerektiği anlamında değil, ama daha kesin olarak kendini ara vermeden yeniden kavraması – artık bir “Ben” olarak değil de bir “Kim?” olarak, tanımsız bir “Kim?”in bilinmez ve kaygan varlığı olarak – gerektiği anlamında.

Çeviri: Ahmet Soysal
*

(L’Amitié – “Arkadaşlık” –, 1971. S. 326-328)

(Çeviri devinimi burada geçici – ne kadar geçici? – olarak kesilmiştir. Bir buçuk kitap sayfası kadar bir bölüm kalmışken. Araya başka işler girdiğinden, zaman yetersizliğinden, sabır eksikliğinden, korkudan. A.S.)


Not: Bu yazı, Monokl'un 2007 Temmuz'unda çıkan 3. sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılmaması rica olunur...

No comments: